Genç Saidler Admin
Mesaj Sayısı : 75 Kayıt tarihi : 22/01/09
| Konu: HZ.ÜSTADIN "ISPARTALIYIM" DEMESİ 2009-02-15, 02:08 | |
| HZ.ÜSTADIN "ISPARTALIYIM" DEMESİ Bediüzzaman Hazretleri gayet samimi olarak iltifat ve taltiflerin de ötesinde, bir hususa işaret eder ve der ki: “... Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki, Isparta (İsparit) nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş...“
Başka bir eserinde: “... Belki, muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan ı aslim Isparta olmak caizdir.“
Bu iki beyân tarzından başka, iltifatkârane şekildeki “Ispartalıyım” gibi tabirler çoktur. Fakat bu iki ayrı ayrı zamandaki ifade tarzı bir gerçeğe işaret olsa gerektir.
Birisi: Kastamonu’da iken Isparta’ya gönderdiği mektuplarından birisinde, diğeri de Denizli hapishanesinde iken yazdığı bir mektubunda geçmektedir.
Hazret i Üstâd, “... tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki,” diye kaydetmekle elbette ve herhalde, sadece Ispartalıları okşamak ve teşvik etmek için olmaktan ziyade, bir kanaat izhârı tarzındadır. Fakat Bediüzzaman gibi bir Üstâd ı küll bunun tarihî ispatını yapamazsa, biz mi yapabileceğiz?
Kastamonu’da iken yazdığı mektubunda, sadece ihtimal üzerinde “Belki muhtemeldir ki” şeklinde kaydetmekte ve “Benim vatan ı aslim o Isparta olmak caizdir” diye bir cevaz tarzında ifade etmektedir. Bu ahirki beyân tarzı “ihtimal ve cevaz” üzerine olduğu için, Denizli hapsinde yazdığı ifade kadar kuvvetli değil, amma bu onu zımnen te’kid eder mahiyettedir.
O halde, Üstâd’ın bu kanaatinin tarihî ispatını yapmak değil ki, zâten ispatı mümkün değil fakat bazı ihtimalleri araştırırsak, acaba birşeyler elde edemez miyiz? diye düşündüm. İhtimaller üzerinde durmaktan başka da yapacak birşey yok zâten...
1 Birinci ve ilk evvel akla gelen ihtimal: Türkler Anadolu’yu vatan ittihaz ettikten sonra, Anadolu’nun her tarafına yayıldıkları gibi, Isparta vilayetinin de yaylalarına yerleşen Türkmen ve yörük aşiretlerinden birisi, Isparta’dan herhangi bir sebepten dolayı, ayrılıp gelip, Hizan yaylalarından biri olan mezkûr bölgeye yerleşmesi ve “Isparta” ismini de beraber getirip yerleşdikleri bu bölgeye takmış olmaları... Sonra mürur u zamanla “Isparta” ismi telaffuzda “İsparit” veya “İspairt” şekline dönüştüğü gibi, bu bölgeye yerleşen o Türkmen yörük aşireti de, zamanla çevrenin tamamı Kürd olması yüzünden dillerini unutarak Kürdleşdikleri ihtimalidir. Fakat bu ihtimalin başka bir benzeri var mıdır? Yani: Türkler Doğu’dan gelip Batı’ya doğru akınlarını sürdürürken, Anadolu’nun her köşesine olduğu gibi, Avrupa’nın ta Viyana’sına kadar yer yer yerleştikten sonra, tekrar geri avdet edip ric’at ettikleri mûcbir bir sebeb olmaksızın vaki’ midir? Ayrıca da Türk olan bir kabile ve aşiretin tamamı az bir zaman sonra, dillerini ve cinsiyetlerini tamamen unutarak başka bir cinsiyete inkılab ettikleri görülmüş müdür? Çok eski çağlarda Türklerden ve Türklükten ayrılmış diye nakledilen Macarlar ve Bulgarlar dışında, Türklerin hâkimiyeti altındaki bölgelerde bazı ırkların cinsiyetlerini ve dillerini unutarak zamanla Türkleşdikleri olmuşsa da, fakat bilhassa yakın tarihte, özellikle Türklerin hâkim bulunduğu bölgelerde, Türklerden bu kabil bir olay varid midir? Hayır! Öyle ise, bu ihtimal aklen ve ilmen cılız görünümündedir.
ŞU DEĞERLENDİRMEYİ TE’KİDEDEN HZ. ÜSTÂD’DAN MERVİ BİR HABER
28.7.1996 pazar günü, Almanya Berlin’den bana telefon açan Abdülmuhsin Alev, Üstâdımız Bediüzzaman’dan görmüş ve duymuş olduğu bir söz ve davranışını şöyle anlattı:
1952 de İstanbul’da Üstâdımızın hizmetinde iken, bana bir gün bir münasebetle buyurmuşlardı ki: “Anadolu’daki birçok Kürd aşiret ve kabileleri zamanla Türkleşmişlerdir.”
Bende, mektepte hocamız tarihçi Ziya Bey’in anlattıklarına dayanarak: “Efendim, evet, birçok kürt âşiretleri Türkleştikleri gibi, aynı zamanda birçok Türk kabileleri de Kürtleşmişlerdir” deyince, baktım; benim bu ifadem Üstâd’ın hoşuna gitmedi. Yüzünün çizgileriyle, bana o hükmün hakikat olmadığını ifade eder gibi oldu.
Evet, altı yüz yediyüz seneden beri hiçbir Türk aşireti veya kabilesi şâz bazı ferdler hariç olmak şartıyla, kendi lisanını özellikle hâkim durumunda iken tamamen unutup da başka bir lisanla konuşdukları vaki’ değildir. İşte misal olarak, Bitlis’in Ahlat kaza merkezi.. ve işte Urfa’nın Halfeti ve Birecik kaza merkezlerinde, Türk kabile ve aileleri bunca zamandır bütün etraf köylerin Kürd olmasıyla birlikte ve bütün alış verişleri bunlarla olduğu halde, değil kendi lisanlarını unutmak, Kürtçeyi de öğrenmiş değillerdir. Buna Avrupa’nın Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türkleri de misal olarak gösterebiliriz.
2 İkinci ihtimal: Kamus ül A’lam sahibi şemseddin Sami Bey’in verdiği bilgilere göre: “Miladdan önce beşinci asırda, bir ara İsparta hükümeti, Yunanistan’ı ve adaları zabt etmeleri üzerine; İranlılar Atinalılarla gizli işbirliği yaparak onları İspartalılar aleyhine teşvik ettiği sırada, İspartalılar erken davranarak İranlılarla bir anlaşma cihetine gittiler. Adalar ve Anadolu. Sahillerindeki müstemlekelerini İranlılara bıraktılar. Kendileri yalnız Yunan ile iktifa ettiler. Bilâhare Büyük İskender’in hurucuyla, hem Yunanistanı hem de buraları ele geçirerek İranlıları kovdu.:“ Bu bilgilerin ışığında denilebilir ki; İranlılar buraları müstemlekelerine aldıkları sırada, o zaman İran hâkimiyetinde olan şark vilâyetinden bazı aşiretleri de beraber getirip, İsparta etrafına yerleştirmiş olması, bilâhare ıskender’in buraları zabtetmesiyle, İranlılarla birlikte gelen aşiretler tekrar eski vatanlarına rücû’ etmeleri ihtimal dahilinde olabilir.
İsparta’dan ric’at eden bu aşiretlerin, döndüklerinde, İsparta ismini de beraber getirip, yaşadıkları bölgeye takmış olmaları ve zamanla “İsparta” isminin, telâffuzda “İspairt” veya “İsparit” şekline dönüşmüş olması muhtemeldir.
3 Üçüncü ihtimal: Türkler Anadolu’yu fethedip fevc fevc Batı’ya doğru akıp giderlerken, onlara kâtılan şarklı bazı Kürd Müslüman aşiretleri de Türklerle beraber İsparta’ya kadar gelip, bir müddet burada kaldıktan sonra, tekrar eski vatanlarına avdet etme ihtimali.. ayrıca “Hülasat ül Tarih” namında bir kitabın nakl ettiğine göre: Kanuni Sultan Süleyman zamanında şark vilâyetlerinden bazı aşiretlerin Anadolu’nun muhtelif yerlerine, mesela Yozgat, Tokat, Ankara, Eskişehir vesaire vilayetlerine yerleştirildiği nazar ı itibara alınma ihtimali.. Ve ayrıca, daha sonraları Rus’un 93 Harbi gibi bazı mecburi hicretlerin yapıldığı, harp belâsının sükûnetiyle de % 90 muhacirlerin eski yurdlarına avdet ettiği gerçeği ile olabilir ki: Isparta civarına yerleşen bir şark aşireti, bilâhare memleketlerine dönüşünde “İsparit” veya “İspairt” ismini Isparta isminden telâffuzda tahrif ettirerek yaşadıkları bölgeye takmış olma ihtimali de uzak değildir...
Bu ahirki ihtimali kuvvetlendiren bir vakıa şudur ki: Isparta’nın Barla nahiyesinde “Muş” veya “Muj” Camii bulunduğu Barla’yı görenlerin ma’lumudur. Bu “Muş” veya “Muj” Camii, Barla gibi şarktan o zamanın şartlarına göre çok uzak bir nahiyede bulunması, şu üçüncü ihtimaldeki kanaati kuvvetlendirir gibi geliyor akla. Yani şöyle mümkün olabilir ki; Muş civarından vaktiyle oraya hicretle gitmiş ve yerleşmiş, belki orada Cami yaptırmış ba’zı şarklı kabilelerin; bir zaman sonra yurtlarına avdet ettiklerine veyahut orada kalıp zamanla Türkleştiklerine işaret olabilir. Eğer Barla’daki mezkûr camiîn ismi “Muj” olursa, bu ihtimali daha da kuvvetlendirir. Çünki ”Muj” Kürtçe de kuru üzüm demektir.
İşte Bediüzzaman, ferid i deverân, nâdire i cihan olan zâtın nesebi hakkında yapılan şu umumî tahlil, tahmin ederim; kâfî ölçüde neticeyi gösterir mahiyettedir. Asilzâdelik, necâbet ve hanedânlığın mecrasından saptırıldığı ve su i isti’mallere alet edildiği bu asırda, Cenâb ı Hakk kudret ve azametini göstermek için, hiç de ümid ve tahmin edilmiyen, namsız, nişanesiz bir aileden böyle hidayet nûrlarını saçan bir zâtı halk edip, ümmete mürşid ve rehber yapmak için, irade ve meşieti böyle taalluk, etmiştir.
Bu münasebetle, Bediüzzaman Hazretleri “Birinci şua” namındaki işarat ı Kur’âniye Risalesi’ni te’lif edip, sırf Kur’ân’ın i’cazı’nı ve kudsî işaretlerini izhar etmek niyyetiyle neşrettikten sonra; şark’ın meşhur sâdat hanedanına mensub ihtiyar hoca ve şeyh bir zât, bir taraftan Halk Partililerin iğfalâtına kapılarak, bir tarafdan da Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle pek büyük bir mazhariyete nailiyetini ve onun hakkında Allah’ın hususî ihsan ve kudretinin bu kabil bir tezahürünü aklına sığdıramayarak; Risale i Nûr müellifinin, Kur’ânın âyetlerinin işaretlerine medar olabilecek pek azîm Kur’ânî bir hizmette istihdamını istib’ad edip yetiştiği ailesini, hatta milliyetini ve cinsiyyetini diline dolayarak, cami’lerde Üstâd’ın mübarek ismini ve şahsını zikrederek, pek acîb gıybetlere girişdiği bir hengâmede: Bediüzzaman Hazretleri ona cevaben yazdığı bir mektubunda şöyle diyor: “... Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhûr etmesini istiğrab ve istib’ad edip i’tiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar bir çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk etmek, azamet ve kudret i İlâhiyye’ye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz i mutlak ve fakr ı mutlakda ve böyle ihtiyac ı şedid zamanında böyle bir eserin zuhûru rahmet i İlâhiyye’ye bir delildir demeğe mecbur olur...”
Yine bu ma’na ve hakikatin izharı sadedinde, 1952 yılı başında Üniversiteli Nûr talebeleri tarafından Üstâd’ın hayatında geçen harikaları toplayarak “Tarihçe i Hayat” namiyle bir eser neşredildiği zaman, Üstâd Hazretleri o münasebetle kaleme almış olduğu uzunca bir tahlili vardır. Emirdağ, Sh. 72’dedir. Arzu eden ona da bakabilir.
| |
|